Saturday, October 26, 2013

Gaziantep


Gaziantep deyince... 2013 yılı deklanşörü tetikleten anlar, yerler ...












Tuesday, August 20, 2013

Kabak Koyu

Fethiye






Ege’ye nazaran Akdeniz’i hep daha çok sevmişimdir. Sıcak deniz merakı değil bu sevginin sebebi, yahut Mersin’in Antalya’nın doğa katli denize paralel 10-15 katlı beton blokları da değil sebep, sebep Akdeniz’in hem yeşili (ama ne yeşil) hem de maviyi bir arada sunan çok kıymetli koyları, bükleri... Kayalık dağlarda sıra sıra uzanan kısa makileri ve aşağıda pırıl pırıl henüz kirletilmemiş koyları... Marmaris' ten biraz yukarıya çıkmaya başlayınca Bodrum, Datça, vs vs allah allah hele Kuşadası Çanakkale’ye gelene kadar tepeler boz, çıplak.. Deniz, insana her haliyle güzel ama Akdeniz kadar harika değil bu kıyılar benim gözümde... İşte budur bendeki Fethiye ve Olimpos civarı yerlere olan ayrıcalıklı beğeni... Misal Fethiye’nin meşhur bir Gemiler koyu’nu görmüş idim, bir 10 yıl kadar önce, hala unutamam ne kadar güzel bir yer olduğunu... Zaten şaşırıyo insan oralara gidince, yerli turistten çok en ucra, burası en keşfedilmemiş dediğiniz koyda dahi  yabancı turiste (genelde ingiliz) rastlayınca... Nasıl beceriyolar bilmiyorum ama Likya yolu’nu karış karış arşınlamış yabancı trekking tutkunları heralde biz Türk’lerden daha çoktur... Kol altlarındaki kırışıklıklarından tahmin ettiğim 50-60 yaşlarındaki incecik ve benden daha kısa boylu, botları sırt çantası ile ciddi bir yürüyüş etabından dönen yabancı kadın turiste imrenmemek elde değil... Övgüyü, takdiri hak ediyor sonuna kadar. Ülkemizin gizli cennetleri hakkında bizden daha detaylı bilgiye sahip olmaları, o kadar km yol katedip buraları görmeye gelmeleri, ve sonuna kadar hakkını vermeleri gerçekten ilginç... Yabancı ülkelere, farklı cografyalara gitmek, dünyadaki tüm kültürleri anlayıp, dinleyip görmek benim yaşam kaynağım aslında. Ancak Türkiye’nin de çok değerleri noktalarına yer vermek gerekiyor, Türkiye’nin de ölmeden önce görülmesi gereken-keşfedilmesi gereken birçok gizli cennet köşesi olduğunu hatırlıyorum bu kısacık Kabak Koyu ziyaretinde...
                                           Likya yolu'nun 2 saatlik bir tur ile keşeferken

İdeal bir akdeniz tatili bence Fethiye’den başlamalı... Tüm Fethiye koyları (Kelebekler vadisi, Saklıkent, Gemiler, Cennet, Kabak ve diğer adını bilmediğim deniz içi mağaralar vs vs.) 2-3 günlük tekne turlarıyla gezilmeli... Mavi tur; şahsi fikrim çok pahalı, günlük adam başı vereceğin 60TL ile çok rahat Fethiye koy turu tamamlanabilir... Sadece denizi değil, karadaki dağları yani müthiş manzaralara gebe likya yolu yürüyüşleri, şelale molalarını da kapsamalı bu tur... Likya’da uzun yürüyüşün sonunda kan ter içinde varılan bir şalalede serinlemedikçe hakkını vermiş sayılmazsınız Fethiye keşfinin... Bu arada nasıl ki Nepal birçok alternatif rota seçenekleriyle trekking turizminin gözde ülkesi, farkına varıyorum ki Fethiye’den başlayan Antalya’ya kadar uzanan Likya yolu’da trekking turizminin önemli rotalarından.






Kabak koyu ile söylenmesi gerekli diğer konuları çok özet geçersem, sözde sit alanı ancak korumanın esamesi okunmuyor... Plajda çok sevgili bir milletvekillimizin yakınına ait tek bir işletme mevcut... Tüm demokratik, özgürlükçü gençlik bu iktidar partisine tahsis adilmiş sit alanındaki işletmeden yiyip, içiyor, Gezi parkını allayıp süsleyip pullayıp anlatan kitaplarını bu işletmenin şemsiyeleri altında okuyor ... Paralar, 'destan yazan polisimiz'i anlatanların cebine gidiyor her zaman olduğu gibi.. Evet, tek bir işletmeye ruhsat verilmiş bu sit alanının denize sıfır bölgesinde ve o işletmede iktidarımız ile yakın dost.. E normal... Hiç şaşırmıyorum... Sit alanı ama zaten bu işletme de orada halka hizmet sunuyor değil mi! İnsanlar bu tekelin kime ait olduğunun farkında mı, sanmam... Farkında olsalar ne değişecek, bence hiç birşey... Yemeye, içmeye devam... 2 gün süren Starbucks, Mado protestolarını mı savunacağım şimdi burada yahut 1 gün bile sürmeyen AVM boykotlarını, hadi canım ben de... Adam çatır çatır vermiş ruhsatı arkadaşına ‘al işlet buyur, sit alanı senindir’, biz naapalım ama de mi... Koyun biraz içlerine doğru henüz yukarı dağa tırmanmaya başlamadan camping alanları ve bungalow tarzı konaklama başlıyor... Hijyenden yoksun bu ahşap konaklama barakalarının altında çöpler birikiyor yer yer... Herkes tatile gelmiş, belediye yok, jandarma yok kim sorumlu olacak buraların tertibinden, temizliğinden... Allah’a emanet Türkiye... Sit alanı dedim ya, adına yakışık nazar boncuğu kaçak evler de var... O kadar kaçak ki gözümüzün dibinde farketmemek bilmemek için hem kör, hem sağır olmak gerek.. yahut yönetici olsanız da yeter... Bu kaçak evler de bölge halkına ait tabi... O kadar kaçak ki, evler tuğla kolon kiriş vaziyette... sıva dahi yapmamışlar (beton blokları, kolonları hem yapıp hem de dımdızlak bırakmışlar, egenin simgesi güzelim taş evler ve begonvilli bahçeleri ile bu kaçak-göçekleri mukayese radarına takılıyor aklım hemen)... bahçesi hurda yığını... pis, bakımsız, KAÇAK... altyapı?!! Ne gerek... daha yüzülüyor elhamdülillah koyda... hele bir kirlensin, düşünülür bir çaresi... Gene bir tezat var ki; evet buralar sit alanı ama şahsi arsalar... Hem sit alanı, hem şahıs arazisi? Nasıl bir sittir! kafam almadı benim... Otelimiz de koyun sit alanı dışında kalan bölgesinde şahsa ait arsa üzerine kurulu... Dağın, kayalığın dibinde... en tepede... Diyor ki sahibi, ‘paket arıtma olan tek tesis biziz burada’... Sit alanına uygun yapılı sözde diğer işletmelerdeki arıtma, altyapı konuları, kimsenin umrunda değil tabii...İşi bu olanların, belediyelerin vs.lerin sahip çıkmadığına tatilci gençlik nasıl sahip çıksın... Ekonomik olarak gücünün yettiği, hurda yığını ve çöplerin kümelendiği kaçak evlerin hemen yakınındaki camping alanında kalmaya razı (yanlış anlaşılmasın campinge karşı değilim, kamp olmasın otel olsun asla demiyorum, ama bizdeki kamp anlayışı dahi çevreye duyarlı değil maalesef) ... 
 Köyceğiz Gölü'nde soluklanırken Erhan

 Orman yeşil, Deniz mavi, Aşkım Erhan :)) 


 Kabak kuşbakışı
 Kabak Kuşbakışı - Bu patika (Likya yolu) tabanvay vaziyette inilmiştir :))

 Terli trecking nedeniyle saçlarım ıslak

 Bungalow tipi konaklama


Koyun arka manzarası böyle... Henüz görünen tahribat çok az... Doğa o kadar cömert davranmış ki buraya, biz Türklerin şuursuzluklarına rağmen daha uzun yıllar güzelliğinden birşey kaybetmeyecek diye umuyorum burası için. Uygulamada yaşanan aksiliklere rağmen, halen sit alanı statüsünde olması avunulacak bir durum. Ansızın statüsünü kaybeder mi bilemem...

Gene karamsar bir gözle baktım duruma, ama fotoğraflarım çok iç açıcı J) Elimde değil, tatil Türkiye’de olunca Türkiye’nin her başlıkta yapılan yanlışlıklarından insanın kendini sıyırması mümkün olmuyor... Belki bu yüzden uzak yerlerde yapılan tatil hep daha meditatif, daha tazelenmiş bir zihinle dönüşü sağlıyor bana...

Ülkemi çok seviyorum. NOKTA.:)



Friday, July 26, 2013

Heycanlı :)

Kurban bayramı tatili bu sene iştah kabartıcı... çalışmalara başladık biz de.. mevsim açısından ideal destinasyon seçimi tamamdır :)) şimdi hummalı bir itenari çalışması yapıyoruz... dur bakali istikamet neresi, süpriiiiz!!

Tuesday, July 16, 2013

Bakın Murathan Munhan ne demiş:

"Türkiye'de her şey olabilirsiniz ama bir tek şey olamazsınız, rezil olamazsınız"

Monday, July 15, 2013

Tanzania : "Once you drink in Africa, you are forever Thirsty"

Çoğumuzun aklına gelmeyen, gelse de bir türlü planlara dahil edilemeyen kıta olarak kalmış sanırım Afrika... Halbuki Almanlar, İngilizler, Norveçliler, diğer İskandinav ülkeleri, vs. hatta Araplar yıllar öncesinden keşfetmiş buraların güzelliğini, değerini... Benim gördüğüm biz Türkler arasında hep ikinci planda kalıyor Afrika safari tatilleri.. E dünya çok büyük, her yeri ayrı güzel, ülkemiz de çok güzel ancak sıra geliyor sanırım... Tavsiyem o dur ki, tereddüt etmeden gidin Afrika’ya (Afrika diyorum ama aslında sadece Tanzanya’nın bir kısmını görme şansım oldu).... Paris ne kadar büyüleyici ise, doğayı seven, değişik kültürleri tanımaktan zevk alan biri için bu ülke ve kıta da o kadar keyifli olacaktır kanaatindeyim..
Rutin bir çalışma hayatı olan biri için 10 - 15günde tüm Tanzanya’yı, yahut Kenya’daki safari rotalarının tamamını görebilmek imkansız. Öyle olunca, en popüler, anlı şanlı olanlarını dahil ettik programımıza. Tanzanya için safari rotamız 1)Arusha- Manyara Gölü Milli Parkı 2) Serengeti Milli Parkı 3) Ngorongoro Milli Parkı 4) Zanzibar  oldu. Gidemediklerimize (Tarangire ve Seleous - Ekim ayı için Tarangire’yi özellikle tavsiye etti rehberimiz) insan mutlaka öteki sefere diyor ama söylerken kendim de çok inanmıyorum bu söylediğime.

Ve Safari Game...
Öncelikle, Safari’nin ilk kuralı güneş doğmadan yola çıkmak!! Güneşin doğuş anı, kızıllığı benim için gözlere şenlik.. Sabah uykusundan mutlaka feragat edilmeli ve güneşin doğuşu esnasında arkanızda Afrika savanları manzarası olmalı... 



Manyara:
Arusha’ da güne başlayıp, aynı günün sabahında Manyara Gölü Milli parkına doğru yollara düşüyoruz. İnsanlar ve evleri daha doğrusu şehirler hemen yolun kenarında konumlanmış... Arusha- Manyara arasındaki kimi asfalt kimi toprak (çoğunlukla toprak ve feci bozuk yollar) yolda giderken her su birikintisinde toplaşmış insanları, çocukları, Masai’leri görüp, kendi evlerinin, bağlarının bahçelerinin, hayvanlarının işleri ile meşguliyetlerine şahit oluyorsunuz. Herkes yolun kenarında yürüyor, yolun kenarındaki tarlasında hayvanını güdüyor... Bazen bizi farkeden çocuklar bulundukları yerden, “Jambooo” diye selam veriyor, el sallıyor... Fotograf için sık sık durdurduğum rehberimiz Francis,  Masai’lere karşı biraz temkinli... Para isterken bazen agresif olabileceklerini söylüyor. Ben araba durmamış olsa dahi bu görsel zenginliği fotoğraflamaya çalışıyorum. Yol kenarı yaşamı fotolarından ayrı bir kompozisyon çıkar Afrika söz konusu olunca... (Bu arada ufak bir not: Tanzanya ana kara – Tanganika  yol kenarı manzaraları, Zanzibar‘da gördüklerimizden çok farklı idi. Zanzibar daha geri, belki bana göre daha pis ve insanlar daha boşvermiş görüntü veriyor idiler. )

Safari parklarımız Tanganika ana kara üzerindeki parklar olup burada halkın çoğunluğu hristiyan. Zanzibar’da ise çoğunluk müslüman, kız ve erkek çocukları aynı okullarda okuyabilmekle beraber çok küçük yaşlarda kız çocuklarının başları kapanıyor, kadınlar kesinlikle fotoğraf vermiyor.
Resimlerle Arusha-Manyara yol üstü görüntüleri:





Arusha'da araba ile yol kenarındaki yerleşimlerden



   Lake Manyara'ya yakın bir köyden

  Masai kabilesinden çocuklar, altta yeni sünnet olmuş yüzü boyalı ama bakışları nedense mutsuz çocuklar

Ve Manyara... Öğlen varıyoruz otele...Gölü tepeden gören lodge’un manzarısı Erhan’la beni büyülüyor.. O bir bira söylüyor kendine dehşet güzellikteki manzaraya karşı, bense fotoğraflama telaşındayım etrafı... ve müthiş sabırsızım o toprak görünmeyen ağaçların arasında bizi bekleyen hayvanları görmeye...

 Lodge’a ne demeli bilemiyorum... Klasik inşaatçı muhabbetti “yahu bu otelden Türkiye’de de yapsak ya” diyorum... Konsept, tasarım çok farklı, çok güzel ve doğayla kamuflajı inanılmaz... Tatil boyunca kalacağımız tüm Lodge’ların bu nitelikte ve kalitede olduğunu belirteyim. Doğa’nın içine o kadar güzel kamufle etmişler ve o kadar güzel tasarlamışlar ki, milli parktan çıkıp akşam otele döndüğünüzde güzellikler bitmemiş oluyor.:)


Lodge'un içinden görüntüler.. Gerçekten çok şıktı...

Bahsettiğim gibi, safari adabı, güne saat 6 da başlamak ve akşam 6 da bitirmek, öğle yemeğini manzaraya karşı otelinizce hazırlanmış kutu içine paketlenmiş yemekleri yemek imiş... Hatta rehberimiz Francis der ki, rehberler olarak kendi aralarında Almanlara “six to six” derlermiş (sabah altı, akşam altı saatleri arası safari talepleri nedeniyle) katı safariciler olduklarından, rehberleri zorlaması nedeniyle de pek sevilmezlermiş almanlar (herşeye makine gözüyle baktıkları kanısı afrikalı rehberler arasında da hakim)... Biz şahsen o kadar katı olmadık, lakin itiraf edeyim öğlen 3-4 gibi pilimiz azalıyodu ... Ancaaak ansızın çıkan bir  aslan yahut chita düşen adrenali geri getirmeye yetiyordu. Manyara’nın güzelliklerini fotoğraflar anlatsın artık... Lakin kelimelerim yetersiz kalacak...








       Gün batımı esnasında Lake Manyara 'nın sonsuzluk hissi uyandırdığı anlar

Yorgun ilk günün akşamında “Safari” bira ve “ev yapımı Afrika şarabı” eşliğinde acaba bu güzel lodge ‘da ne yiyeceğiz diye merak ediyoruz... Yemekler konusunda da hiçbir sıkıntı yaşamadık tatil boyunca. Yasmin pirinç ve bol bol et yedim... Et ve sosları bence hint mutfağına çok yakın ama onlar kabul etmiyor bu yakınlığı... African cuisine oldugunu söylüyorlar. Aslında doğası birbirine yakın denilebilecek, aynı okyanusa kıyısı olan iki ülkenin yemeklerinin benzemesi de çok da şaşırılacak bir durum değil. Otellerin Tanganika için konuşursak coğunlukla Hintlilere ait olduğunu, Zanzibar’da ise Araplara ait olduğu bilgisini veriyor rehberimiz. Bu arada kahvaltıda Mango yemekten bir hal oldum 10 gün boyunca.. Sanırım bu yaz Türkiye’de artık güzel mango peşinde koşmam.

Manyara’dan sonra istikamet Serengeti:

            Serengeti'de gün doğumu

5 büyüklerin hatta 5 küçüklerin J nadide elemanlarını bu parkta gördük. Aslan, leopar ve chita bize bu devasa alanda göründüler... uzun savan otlarının arasında gündüzleri gizlenen, dinlenen aslanlar ve chita sabah saatlerinde tepelerde, tümseklerde ihtişamlı duruşlarıyla göz doldurdular arkalarında müthiş serengeti manzarası ile... Leopar ise bana müthiş estetik gelen afrikaya özgü o ağaçların dallarında yanında avı gazelle (bir tur ufak geyik turu) yenmeyi bekler halde, aşağıdaki ağaçta da yavru leopar ile bir manzara bütünlüğünde çıktı karşımıza... Bu manzarada sanırım gözümün önünden hiç gitmeyecek, anne leopar ağaçların dallarında avını avlamış diğer dala koymuş yorgunluk atıyor, yavru leopar bitişik ağaçta bizi selamlıyor, adeta kameralara poz veriyor... Anne leoparın avladığı gazzelle’i neden hemen yemediği ve neden kendisine uzak olan dalda beklettiğini anlamamış olsam da beklettiği yemeğini kimseye kaptırmayacağı konusunda öz güveni çok fazla sanırım.. Bütün gün izleyebilirim sanırım orda onları ancak rangers (görevliler) haberi alan diğer araçların da görebilmesi için kurallar gereği bir süre sonra ilerlememizi söylüyor.
Yavru Leopar bizi seyirde

Annecik, avı yan dalda olmanın rahatlığıyla geç sabah dinlencesinde

    Erkek aslan ormanda hep fönlü saçlarıyla:)

   Aslan kral tüm haşmetiyle önümüzden geçiyor ve otlar arasında kendini kaybettiriyor

    Vakur Filler, safari game'in sakin ağırbaşlı hayvanları ama gücü tartışılmaz

     Zarif ve de yanlız otlanmayı tercih etmiş bir zürafa


    Dişi aslan topluluğu, onlar hep bir eküri, yanlızlık dişilere göre değil

 Dişiliğin yumuşak, zarif, sevimli hatları

Safari adabı-2: J Cip ile yapılan safarilerde özel izniniz yok ise, off-road yapmak yasak. Yani belirlenmiş yolların dışında kafanıza göre otlara dalamıyorsunuz. Hem güvenlik hem de habitatın korunması açısından kurallar böyle. Gene de Serengeti’de 3.gün sabahı artık parkı terk etme üzere olduğumuzda aracın önünden aniden geçen Chita’nın çıktığı tümseğe yaklaşmak üzere rehber aşka geliyor ve ufak da olsa off-road yapıyoruzJ)


Dünyanın en hızlı koşan hayvanı, önümden aniden geçtiğinde çığlık atmıştım:)
  

 Serengeti’de parka giriş yaptığımız ilk günden son güne kadar hem dişi hem de erkek aslana rastlama şansımız oldu. Erkek aslanın bir tepede tek başına oturur hali, aseleti, hükümdarlığı gerçekten çok hoş bir görüntü. Dişi aslanları toplu halde yavruları ile bir ağaç altında dinlenir, otlar arasında gizlenir görürken erkek aslanı çoğunlukla yuksek tepelerde tek başına karizmatik duruşuyla gördük. Serengeti’de 2.gün sabahında tam da bir erkek 2 dişi aslan çatışmasının üstüne geldik. Dişi aslan kavga sonucu yaralanmış, diğer dişi, yaralı dişi ile erkek aslan arasında tampon olarak bekliyor ve erkek aslanın yaklaşma teşebbüslerine karşı birbirlerine hırlaşıyorlardı. Erkek aslan bir süre sonra fazla ısrar etmedi bulunduğu noktayı bildiğimiz metodla işaretledi ve mıntıkasının sınırını çizmiş oldu. Aslında öğrendik ki bu bir ‘love game’... Erkek aslan bu dişilerin yanına 1 hafta daha gelip gidecek.. ve sonra “small five” leo’larımız olacakJ)


Erkek aslan 2 adet dişiye gövde gösterisi yapar ve yeni sınırlarını işeyerek bize ilan eder


Dedim ya gün bitip de otele dönünce, görsel şölen bitmiyor; otel-lodge milli parkın içerisinde.. Otelin ağaçlara yakın kısmında oturup biranın yanına istediğimiz nefis Afrika fıstıklarını, otel görevlisi;           "veririz ama orada değil şu köşede yeyin maymunlar elinizden çalabilir" diyor :) önünüzde zebralar uçsuz serengeti ovası manzarası ve gün batımı... Serengeti’de yemek öncesi açlığımızı “Serengeti” marka biramız ile bastırıyoruz... Yemek sonrası artık hiç bir şeye mecaliniz kalmamış olsa da, otel çalışanlarının oluşturduğu afrika şarkıları korosunu (davul, çatal, kaşık dışında bir enstrüman yok) dinliyoruz... Hep beraber “Hakuna Matata”yı söylüyoruz... Şarkılar son derece melodik ve sesleri de bir o kadar güzel koro elemanlarının... Bir koro dinletisine de Ngorongoro’daki lodge’umuzda denk geliyoruz... Bu arada ufak bir bilgiyi daha paylaşayım Serengeti ve Ngorongoro, UNESCO mirası listesinde yer alıyor. Hatta Zanzibar Stone Town’da bu listede... Takdir edilcek diğer bir husus da, Afrika’nın bile bizden daha iyi bir varlıklarını mirasını koruma kültürüne sahip olması...


Serengeti'de sabah kahvaltımızı yaptığımız eski bir masai mağarası

Serengeti olsun, Ngorongoro olsun park sınırları içerisinde yer alan masai köyleri park dışında kalacak şekilde boşaltılmış, daha doğrusu devlet tarafından taşınmış, bir nevi kamulaştırılmış. Bu nedenle park giriş ve çıkışlarında oldukça fazla sayıda masai köyü yerleşimine rastlanıyor.

 Ngorongoro Krateri:

Safari’de 5.günümüzün sabahı Serengeti’den Ngorongoro krateri milli parkına yola çıkıyoruz.. Allahım ne feci bir yol... Zira, her akşam toz toprak temizliği yapıyorum, çantaların üzerlerini ıslak havlularla siliyorum.. zaten Lodge’a varır varmaz, resepsiyonda ilk ikram ıslak (Serengeti’de soğuk, Ngorongoro’da sıcak J) havlu ve portokal suyu oluyor... o el havluları ile kafanızı, yüzünüzü iyice bir silip soluklanıyorsunuz.. Sonra sürekli bir güleryüz “jambo-caribou”..:) Yollar ile alakalı olarak der ki rehberimiz biraz da şaka ile karışık: “the roads in africa are engineered by elephants, we just enlarged them a little bit” J . Yollar için başka bir kabul görmüş tamlama da  “African Massage” JSerengeti ve Ngorongoro arasında çok sayıda Masai köyü var... Masailer hayvanları ile meşgul.. Bazıları ise yol kenarında oturur halde belki de turistlerden fotograf karşılığı para alma bekletisinde bilemiyorum. Ama daha çok hakim manzara ineği-keçisi arkasında ilerleyen bir Masai... Biraz ürkütücü mizaca sahip kabile fertleri kendi yaşamı ile meşgul, hayvanlarını otlatma yahut su taşıma derdinde... Yolda yüzü beyaz boya ile boyanmış çocukların mutlaka fotografını çekmek istediğim üzere duruyoruz ve öğreniyorum ki, bu boya daha doğrusu yüze yaptıkları desenler sünnet sonrası erkek çocuklarına yapılan bir gelenek... çocuklar Tanganika insanı çok vakur, çok güzel... Bakışlar bana bunu hissettiriyor...

 
  Sünnet geleneği yüz boyaları ile çocuklar


     Ngorongoro kraterine giderken 

   Hava 5-7 derece civarında, rakım çok fazla ve sis ovanın bir kısmında hakimiyeti ele geçirmiş

   Sis boşluklarını güneşin yardığı yerlerde altın sarısı düzlükler göze keyif veriyor

   Hayvanları ile beraber bir masai


   Masai köylerinde

   Beni farketmesiyle hızla bana doğru koşmaya başlayan yerli 

 Ngorongoro Krateri milli park girişinde hava sıcaklığı birden düşüyor, Masai battaniyelerimize sarınıp dışarının temiz havasını soluyor, ve kratere kuş bakışı bakıyoruz... Sonra safariye devam, göç sahnelerinin efsane hayvanı gnular (öküz başlı antilop) bolca var bu parkta... Aslında Gnular 2 cins oluyor imiş, göç eden cinsleri ve de resident olanları.. Serengeti’de mevsim itibariyle bir türlü rast gelemediğimiz gnularla burda bol bol vakit geçiriyoruz. Karşılıklı konuşuyoruz J... Sürekli bir hareket halindeler, bir yerden bir yere geçiş yapıyolar... Aslanların tersine gnulara durmak haram sanki... Bu park bir başka, doğası inanılmaz... Fantastik bilgisayar oyunlarındaki ağaçlar ve ağaçların yerlere sarkan yosun tutmuş dalları başlıyor biraz kraterin yukarılarına çıkmaya başladığınızda... Bir çukurun etrafının dairesel olarak tamamının 600mt yükseklikte dağlarla çevrildiği düşünün... dağlar yemyeşil, tepeleri sisli... Ovada ise bol bol su birikintileri, su arsızı hipolar, zarif flamingolar, gunular en hakim hayvan toplulukları... Buranın yeşili doğası o kadar etkileyici ki hayvanlar sanki ikinci planda kalıyor... Serengetiye göre burada otlar henüz daha sararmamış... 




 Gnular

Hep bir yerden bir yere hareket halindeler, yeşil otlar peşinde gnular 

Sürü başları, gerçekten hal ve hareketleri sürüyü yönlendirir gibiydi

  Ngorongoro'nun göçmeyen "resident" gnuları

     Sanırım bu manzaradan sonra burnum uçukladı :)

   Flamingolar ve kafa kafaya vermiş gnular

Derken yolda bir serval cat... J) hoop makineler seri çekime... Bu serval cat chita’nın küçüğü... Kendinden buyuk kedilere yem oluyor besin zincirinde... Kendisi ise fare vs. ile besleniyor... Maalesef bunu öğrendikten sonra biraz karizması bozuluyor gözümde ama zevkler ve renkler tartışılmaz.:) 





Ngorongoro’da öğle yemeğimizi yediğimiz piknik alanının manzarası önümüzde, hipolar arkada krateri çevreleyen dağlar çok hoşumuza gidince kurduk tripodu çektik kendi kendimizi... çok eğlendik sanırım... sonra diğer insanlar benden kendi fotolarını da aynı noktalarda çekmemi istemeye başladılar, çok hoşuma gitti J “ohv, she is like a professional” demeleri gururumu okşadı...

     Çocuklar gibi şendik:)

Ve akşam lodge’a dönüş... Lodge kraterin tepesinde.. yükseldikçe ağaçlar sıklaşıyo ve hava soğuyo tekrar... Resepsiyondaki çalışanlar bizi boğazlı kazakla karşılıyolar, biz de sadece kargo şortlar bir yalancı da sweatshirt... Bir teknik tavsiye vereyim yeri gelmişken, Tanzanya’ya bu mevsimde gicedekler mutlaka yanlarına uzun kargo pantolon ve 3-5 polar alsınlar.. lakin afrika sıcaklarında kavrulcağımızı beklerken, öğlen 12-4 saat dilimi dışında oldukça serin bir hava var idi... Ngorongoro’da ise artık sweatshirt’um toz topraktan kokmus oldugundan havuz havlularına sarınarak güneşi batırdık tepenin manzarasında... Bahçede ise kocaman bir ateş yakılmış idi... 

Erhan valizleri kapmış, üşüdüğünden alel- acele odaya giderken 

 Ngorongoro'daki lodge'umuz, müthiş keyif verici manzara ve lodge ambiansı

  Ateş yakarak ısınmak da bir yol tabii

Lodge'un manzarası, günü bu manzaraya karşı havuz havlularına sarınarak (soğuk çok soğuk) batırıyoruz

Sakin göründüğüme bakmayın, donmak üzereyim, hele hele şorta hiç aldanmayın

İçeride de şömine yanıyordu J bu akşam Erhan’nın birası sanırım “Kilimanjaro” oldu.. “Serengeti” ve “Safari” ‘ye göre daha acı bir bira...Ben gene şaraptan yana kullandım tercihimi... Nefis soslu yemek çeşitleri ile midemin sınırlarını zorladık bu akşam da... Akşamın süprizi gene bir  koro dinletisi oldu...İşte bu korolara ve çatal kaşık dışında enstrüman olmayan şarkılara, koristlerin seslerine ben bayıldım... Daha sonra kendimizi odaya attığımızda yatağımızda sıcak su torbaları! bulduk.. E bu kadar üşümenin üstüne çok iyi geldi doğrusu... Bu arada bir yandan da Swahili’yi baya çözdük.. Rehber-Francis sağolsun, sürekli telsizden gün boyunca irtibatta diğer arkadaşlarıyla... Ya hayvan peşinde yahut sohbet etmekte, o kadarını bilemiyoruz.. ama lügata baya bir kelime ekliyoruz sayesinde...

Ertesi gün Ngorongoro’dan ayrılıyoruz... Böylelikle safari serüveni sona ererken Arusha’ya dönüyoruz Zanzibar’a geçmek üzere.. Gerçekten safari kısmı çok çabuk geçmiş şimdi onu farkediyorum... Rehberimizden ayrılınca hem ben de hem de Erhan’da bir burukluk oluyor... 5 gün boyunca çok alışmıştık kendisine...

Francis ortamızda Obama/ABD karşıtı ama sosyalizme inanmayan rehberimiz

Cesnna dedikleri 8 kişilik minik ucak ile yaklaşık 1,5 saat süren yolculuk sonunda Zanzibar‘a varıyoruz...

 Cessna dedikleri pırpır

 Arkamda Klimanjaro'dan sonra Tanzanya'nın en yüksek dağı Meru (afrika'daki sıralaması 9 sanırım)

Sakin ve mutlu görünsem de uçak gerginliği az sonra vucudümü ele geçirecek

Uçaktan iner inmez otele geçiş yolu boyunca gene yol manzaraları, yol üstü insan manzaraları topluyorum hafızama... 

  Cuma günü okul çıkışı heyecanı, okullar karma ancak kadınlarda başörtü mecburiyeti var

 Nedenini nasıl ifade etsem bilmiyorum ama bu sefer gördüklerimden cok hoşlanmıyorum... Ada 1800’lü yıllardan bu yana Umman’lı Arapların hakimiyetinde, Sultanlar yönetmiş 1940’lara kadar...Herkes sıkı müslüman... Evler Tanganika’ya göre daha derme çatma, boyasız sıvasız daha pis..keza insanlar da öyle... Evlerin dışında bekleyen, yolu izleyen halk adeta trans vaziyette yola bakıyor... Oldukça bezgin... Arapların oturma ve etrafı seyir kültürü bu ada insanının içine işlemiş... Yolun kenarında o kadar cok yürüyen, kafasında erzak-ot vs. taşıyan kadınlar, bisikletli erkekler, yaldızlı parlak rengarenk başörtülerüyle küçücük kız çocukları - kadınlar, bir de evlerin dışında oturan, yatan bekleyen insanlar...

1 saatlik bir mesafe ile bu ada halkından kopup biraz Moroc  biraz African konseptli gene müthiş otelimize geliyoruz... Konum olarak adanın doğusunda yer alıyor otel, hint okyanusu sahilinde.. Stone Town-şehir merkezi ise batısında...

Oteldeki dünya bambaşka... Tropik bir adanın insanı büyülüyen klasik manzarası; beyaz kum, envai çeşit ağaçlar, yüksek palmiyeler, ağacın dibine düşmüş mango-hindistan cevizi vs. kabukları, yeşil mavi berrak tertemiz sığ bir deniz...

     Çatı detayları müthiş

Odalara gidiş yolu ve odalar

     Otel Lobisinden manzara                                           

      Ocean Beach paradise, gerçekten de adı gibi ....

 Sahille ilgili olarak öğlen birden sonra suların gel-git sebebiyle ciddi olarak çekildiğini öğreniyoruz ilk gün... Sonraki günlerde saat 1 olmadan yüzmeye çalışıyorum bol bol... Sular çekilmeden mango ağacından yapılan dhow yelkenlileri ile açılıyoruz biraz... Ada ziyaretçileri için eğlenceli bir aktivite denenmeli diye düşünüyorum... 

Surfing in the Indian Ocean:)

Kaptanımız rotamızı çizer 


Gerçek adı bir müslüman adı (hasan vs.) ama Zanzi Bar'da çalıştığı için ismini Micheal olarak değiştirdiğini söylüyor 





Yelkenler Fora

Sahilde geçen günlerin hiç birinde sahili izlemekten-insanları gözlemekten alamıyorum kendimi... Çok yüksek olmayan gene çok zarif bir ahşap çit ile geniş kumsal otel alanı ile halkın yürüdüğü alanı ayrılmış birbirinden... Çitin dışına denize girmek için adım attığınızda sizinle tanışmak isteyen bir sürü yerli geliyor yanınıza... Ya bir şey satmak istiyor ya da bir tur da rehberiniz olmak... Bir süre sonra çok ısrarcı oluyorlar... Çite çok fazla yaklaşmaları anladığım kadarıyla otel güvenliği tarafından engelleniyor... Sırf erkekler değil kadınlar da turistlere bir şeyler satabilme derdinde... Çitin biraz önüne oturup bohçalarından çıkardıkları pareoları tek tek açıp rüzgarda dalgalandırıyor, potansiyel alıcılara teşhir ediyolar... 3 gün dirensem de daha fazla direnemeyip son gün 3 adet birden alıyorum afrika desenli pareolarımı...:))





Sahil çok canlı çok hareketli, sürekli bir çocuk, kadın, erkek geçişi var... yürüyorlar bir yerden bir yere... O kadar çok manzara var ki kafamda, hepsini anlatmak mümkün değil... Tek başına yıkanır gibi denize giden güzel gözlü kız çocuğu çok çarpıcıydı... Vücudu mantar yaraları içinde kalmış L... Babası ile sohbet ediyoruz biraz... İlacı var mı diyorum, var diyor babası... 




Başka bir saatte, suda topluca yüzen eğlenen cıvıl cıvıl kalabalık bir çocuk topluluğu... Bir iki fotoğraf çekmek için yanlarına gittiğimde hemen hepsi sudan çıkıyor ve “dolar dolar” diye etrafımı sarıyorlar... Bazısı da şampuan istiyor... İlginç... Şampuan demişken, kadınlar da sıkça geçiyor sahilden... 

Kolacı, Dolarcı gençlik:) 

    Gel-git öncesi sabah deniz çekilmeden  Balıkçılar 


    Kadınların en belli başlı işlerinden denizdeki otları toplamak 

    Futbolun evrenselleği, kalede de sarışın bir avrupalı çocuk misafir oyuncu

Gel-git etkisini hissettirip de sular iyice çekildiğinde, denizin içinde bir cins ot-yosun topluyorlar... Öğreniyorum ki, bu otları kendileri dikiyor, 2 hafta sonra topluyor ve Çinlilere satıyorlarmış.. Çinliler bu otlardan şampuan yapıyor hatta yiyorlarmış bile... Şampuan için otların çok da hoş bir esansı olduğunu söyleyemeyeceğim... Kumsalda futbol oynayan çelimsiz ama bence çok kabiliyetli çocuk manzarası da gözümün önünde canlı hala... Hatta aralarına bembeyaz pamuk tenli sapsarı saçlı bir turist çocuğu da almışlar... Tabiiki kendileri kadar kabiliyetli olmadığından, kaleye geçmiş bu beyaz çocuk J Oturup maçlarını izliyorum, farkedince beni çocuklar, aralarda top taça çıktığında vs. başlıyolar seri parendeler taklalar atmaya... Show-off J)

Gel-git sebebiyle suların iyice çekildiği saatlerde yapılacak diğer bir aktivite ise önümüzde görünür hale gelen resiflere yürümek... Aman dikkat yolda deniz kestaneleri belirli bir mesafeden sonra başlıyor... Kimi kocaman ve zehirli, kimi bordo-eflatun renginde... Resiflerin içinde deniz yıldızları kocaman, rengarenk...süngerler, küçük yılanlar ve nemo balıkları görmek mümkün... Resiflere yürürken de bizi yanlız bırakmayan balıkçılar elime tutuşturuyolar capcanlı renkli deniz yıldızlarını... aa mürekkep balıklarını görüyoruz tabiiki, dokunup ve mürekkebini akıttıklarını gösteriyor balıkçı refakatçilerimiz... Resif turumuzuda tamamlayıp sahile otel sınırlarına atıyoruz kendimizi... Zira hava cok sıcak olmamasına rağmen, ciddi bir güneş çarpması yaşıyorum ertesi gün... Halen burnum uçuklar içerisinde... L

Gelelim Stone Town’a... Fakirlik, pislik, vurdumduymazlik, esrarlı kafalar... oturan erkekler... yanınıza yanaşan esrarkeşler... çoğu gençte jamaika Bob Marley şapkaları... çocuklar ölü fareler ile oynuyor... kimi çocuğun yüzünde hırçın bir ifade kiminin yüzünde çok mazlum bir ifade var... Kadınların elleri kınalı, turuncu tırnaklı hatta kimisi şişman ve siyah peçeler içinde... Stone Town da UNESCO koruması altında, keza hint etkisi ahşap kapılar, ahşap ferforjeler inanılmaz güzel... Kendimi Zanzibar’da değil de, Fas sokaklarında hissetiriyor şehrin tarihsel mimarisi... Karma bir fas-hint dokusu var denilebilir yapılarda... Dar sokaklar, güzel kapılar... Kimi zaman kırık dökük evler, kimi zaman müthiş bir sanat eseri cepheler... Kimi sokaklarda esrar kokusu... Esrarkeş insanlar... Biraz içimizi burkuyor Stone Town... Fakirlikten çok, cehalet ve Arap kültürünün sonucu olduğunu düşüyorum bu hakim manzaranın... 

   Stone Town 'un dar sokakları

     Eski evler ve güzel cepheleri

 Kapılar, işlemeler, ve oturan erkekler

 Sokaklar dar, harabe ama ince işçilik ürünü cepheler

      Bir evin avlusu

          Bob Marley şapkalı gençler

        Stone Town'un çocukları

   Stone Town'un erkek ahalisi

Ada o kadar verimli topraklar üzerindeki, açlık diye bir sıkıntı kesinlikle yok... Olamaz bence, ağaçların altı meyve dolu... Biz bazı sokaklara girmekten rahatsız olurken, bazı İngilizlerin hatta Almanların bisikleti ile o sokaktan evine giderken ki benimsemişliğine, adaptasyonuna şaşırıyorum... Bu yabancı adalılar biraz John Lennon- hippi gençliği prototipinde... Pek ısınamıyoruz Stone Town’a gene de atlamış olmak istemiyorum sokaklarını... Freddy Mercury’nin de bu adada doğup belli bir yaşa kadar çocukluğunu bu adada geçirdiğini öğreniyoruz... Hatta evinin önüne de geliyoruz... Stone Town deyince köle pazarı da mutlaka gezdiriliyor biz turistlere... Burda da öğrendiğimiz bir ayrıntı, köleler birbirlerine zincirli halde yürütülüyor vs.. Ancak, hepsi farklı kabilelerden olacak şekilde birbirine bağlanıyor ki, aralarında diyalog kontak oluşamasın...

Duruşu sevgi dolu 


 Hüzünlü bir çocuk 

Hırçın bir kız çocuğu

Sokakların sahibi Çocuklar& Fareler

                                                              
            Güneşi,  meşhur Sunset otelin terasında, Prison İsland‘ın üstüne doğru batırıp, bu ürpertici karmaşık, çaprışık ama gene de güzel olan merkezi bırakıp otelin vahasına atıyoruz kendimizi...